Ekranlar artık sadece bir araç değil, sanki birer kaçış kapısı gibi.
Teknoloji uzmanı olarak yıllardır manuel sistemleri dijitalleştirmeye, bağlantıları güçlendirmeye çalıştım. Ama son zamanlarda şunu fark ediyorum: Asıl ihtiyacımız olan şey bazen bağlantıdan kopmak. İşte burada devreye “dijital minimalizm” giriyor.
Dijital minimalizm; teknolojiyi reddetmek değil, onu bilinçli kullanmak demek. Hangi uygulama bize gerçekten fayda sağlıyor? Hangi bildirim zihnimizi gereksiz yere meşgul ediyor? Hangisi bizi anı yaşamaktan alıkoyuyor? Bu soruların cevabını vermeye başladığımızda, ekran sürelerimiz düşüyor, dikkatimizi geri kazanıyoruz.
Bir düşünün; son bir haftada kaç kere Instagram’ı, X'i, Facebook'u refleks olarak açtınız? Kaç kere bir mesajın gelmesini beklerken, asıl yapmanız gereken işi unuttunuz? Teknoloji bizi hızlı yaşamaya alıştırdı ama o hız, kalitenin önüne geçmeye başladı.
Ben her sabah perdeyi ve pencereyi açarak güne başlarım; ekrandan önce gün ışığını görmek bana iyi gelir. Sosyal medya bildirimlerim zaten kapalıdır, WhatsApp gruplarının sesini de yıllar önce kısmıştım. Ama buna rağmen, zaman zaman fark ediyorum ki elim yine de telefon ekranına gidiyor. O yüzden bu kez daha farklı bir adım attım: Belirli saatlerde telefonu tamamen uzağa koyup, odaklanmamı aktif hale getirdim. Bu küçük değişiklik bile zihinsel yorgunluğumu azalttı, dikkatim dağılmadan yaptığım işler çoğaldı. Demek ki her seviyede, bir adım daha sadeleşmek mümkün.
Dijital dünya elbette hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Ancak onun bizi değil, bizim onu yönetmemiz gerek. Bazen bir ekranı kapatmak, bir kitap sayfasını açmak kadar basit ama etkili olabilir.
Daha az ekran süresi, daha çok hayat kalitesi demek. Göz göze gelen bir sohbetin yerini hiçbir emoji tutamaz. Teknolojiyle dost kalalım ama sınırlarımızı da bilelim. Unutmayalım: Asıl değerli olan ekranın içi değil, ekranın dışında kalan hayatın ta kendisidir.