
Görmek, yalnızca gözlerimizle değil, kalbimizle temas etmektir. Bu yazıda, hızlı yaşamın içinde unuttuğumuz “görme” hâlini ve kalp gözüyle bakmanın dönüştürücü gücünü konuşacağız.
Zen ustalarından biri der ki:
“Gözler sadece görür, ama kalp bilendir.”
Bazen sabah evden çıkarken gökyüzünün rengini fark etmeden yürürüz. Yanımızdan geçen dostun bakışındaki kırgınlığı göremeden selam veririz. Evin bir köşesinde duran, yıllardır bize çok şey hatırlatan bir fotoğrafın yanından defalarca geçeriz ama artık bakmaz, görmeyiz. Hızlı yaşam, kalbimizin gözkapaklarını ağırlaştırır.
Görmek, bakmaktan çok daha fazlasıdır. Bakmak, yalnızca retinaya düşen görüntüdür; görmek ise o görüntünün ruhuna dokunmaktır. Bir çocuğun elindeki ekmeği bölüşme anındaki masumiyetini, bir ağacın rüzgârla fısıldaşmasını, sevgilinin sessizce tuttuğu elin sıcaklığını fark etmektir.
Modern dünyanın temposunda, sanki zamana karşı yarışan maratoncular gibi koşuyoruz. Bu koşuda çoğu şey gözümüzün önünde ama gönlümüzün uzağında kalıyor. İşte bu yüzden, birçoğumuz sadece bakıyoruz ama görmüyoruz.
Görmek, durmayı gerektirir. Kalbinle dinlemeyi, bakışınla dokunmayı, anda olmayı gerektirir. Hızlı yaşam bize “daha çok” diyor: daha çok iş, daha çok hedef, daha çok kazanmak… Ama gerçek hayat, “daha çok” değil; “daha derin”dir.
Düşünsene…
En son ne zaman gerçekten bir gün batımına baktın?
Ne zamandır bir insanın gözlerine bakıp onun hikâyesini dinledin?
Kendi yüzüne, kendi ruhuna ne zamandır baktın?
Bazen kendimize bile bakmaktan vazgeçiyoruz. Aynada saçımızı, kıyafetimizi görüyoruz ama gözlerimizin ardındaki yorgunluğu, kalbimizin içinde saklanan özlemi göremiyoruz. Çünkü görmek cesaret ister. Görmek, kendi hakikatimizle yüzleşmektir.
O yüzden belki de en büyük farkındalık, kalbimizin gözünü yeniden açmak…
Görmeyi seçmek…
Sevdiğimiz insanı, dostumuzu, yanımızdan geçen yabancıyı, sokaktaki kediyi, başucumuzdaki kitabı, önümüzdeki sofrayı… Ve en önemlisi kendimizi.
Çünkü görmek, yaşamaktır.
Ve yaşam, gerçekten gördüğünde başlar.
Sevgiyle.