
Pusula Swiss olarak, Osmanlı’nın son döneminde hem devletin çeşitli kademelerinde görev almış hem de tasavvuf geleneğine sıkı sıkıya bağlı kalmış bu "sessiz aktörler"i gündeme taşımak istedik.
Harvard Üniversitesi’nde doktora sonrası araştırmalarını sürdüren ve Osmanlı’nın geç dönem sûfî bürokratları üzerine kapsamlı çalışmalar yürüten Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya ile gerçekleştirdiğimiz bu röportaj, modernleşme ile maneviyat arasında kurulmuş köprülerin izini sürüyor.
Pusula Swiss: Sayın Yalçınkaya, bize öncelikle akademik geçmişinizden ve sizi “sûfî bürokratlar” gibi özel bir alana yönlendiren sebeplerden bahseder misiniz?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Elbette. Lisans ve yüksek lisans eğitimim sırasında Osmanlı düşünce tarihi ve tasavvuf geleneği benim ana ilgi alanımdı. Doktora tezimi Ken’ân Rifâʿî üzerine hazırladım. Ardından Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü’nde akademik kariyerime başladım. 2022-2024 arasında Harvard Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’nde (CMES) doktora sonrası araştırmalarımı yürüttüm. Halen Harvard Universitesi kaynaklarıyla sabbatical sürecimdeyim ve doktora sonrası araştırmalarımı yayın haline getiriyorum. Burada geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde sûfî entelektüellerin devlet ve toplum üzerindeki etkilerini inceledim. Bu konuyu seçmemin en büyük nedeni, tarih yazımında çoğu zaman göz ardı edilen bu aktörlerin, modernleşme sürecinin manevî ve ahlâkî yüzünü temsil etmesiydi.
Pusula Swiss: "Sûfî bürokrat" kavramı ilk bakışta tezat gibi görünüyor. Bu tanımı biraz açar mısınız?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Haklısınız, kulağa zıt gibi geliyor. Bir yanda mistik hayatın sadeliğini benimseyen sûfîler, diğer yanda seküler devlet düzeni içinde görev yapan bürokratlar... Ancak Osmanlı toplumunda bu ikilik düşündüğümüz kadar keskin değildi. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında birçok devlet adamı aynı zamanda bir tarikata mensuptu. Bu kişiler hem mektepler açıyor, eğitim reformları yapıyor hem de dergâhlarda zikir halkalarına katılıyor, Mesnevî okutuyorlardı. Onların çok yönlü kimlikleri sayesinde devletin teknik modernleşmesi ile toplumun manevî değerleri arasında bir denge sağlandı.

Pusula Swiss: Bu sûfî bürokratlar Osmanlı modernleşmesine ne tür katkılar sundular? Reformlara karşı mıydılar yoksa desteklediler mi?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Bu noktada geleneksel anlatılarla yüzleşmemiz gerekiyor. Osmanlı modernleşmesini genellikle seküler, Batıcı elitlerin projesi gibi görürüz. Ancak gerçekte sûfî entelektüeller bu sürecin tam içindeydiler. Örneğin, Aşçı Dede İbrahim Halil Efendi'nin hatıratında Japonya'nın modernleşmesinden övgüyle bahsedilir. Bu isimler reformları bir tür dinî sorumluluk olarak gördüler. Gazetelerde yazılar yazdılar, halka yeniliklerin gerekçelerini anlattılar. Modernleşmenin vicdanı oldular diyebiliriz. Yaptıkları iş, sadece modern kurumları savunmak değil; bu kurumlara manevî ve ahlâkî içerikler kazandırmaktı.
Pusula Swiss: Örnek olarak kimleri sayabiliriz?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Ken’ân Rifâʿî bu profilin en çarpıcı örneği. Galatasaray Sultanîsi mezunu, aynı zamanda şeyh. Maarif Nezareti’nde müfettişlik yapmış, vilayetlerde maarif müdürlüğü görevinde bulunmuş. İstanbul’da Ümmü Ken’an Dergâhı’nı kurmuş. Cumhuriyet’in radikal reformlarına dahi anlayışla yaklaşmış biri. "Gerçek tekke kalptedir" diyerek, zahiri kurumların değil, tasavvufun özünün korunmasını savunmuştur. Hem klasik Türk musikisine hem de Batı müziğine ilgi göstermiş, piyano çalmış ve ilahiler bestelemiştir.
Veled Çelebi İzbudak da önemli bir örnek. Mevlânâ soyundan gelen bir Mevlevî şeyhi, ama aynı zamanda II. Meşrutiyet’ten itibaren Modernleşme süreçlerinde aktif olarak yer almış, Cumhuriyet döneminde de milletvekili olarak görev almış bir dil âlimi. Türk Dil Kurumu’nda çalışmış, 12 ciltlik bir sözlük hazırlamış. Mevlânâ Dergâhı'nın müzeye dönüştürülmesinde de adı geçiyor. Onun hikâyesi, sûfî kimliğin ulus-devlet reformlarıyla çatışmadığını, tam tersine bu sürece içeriden katkı sunduğunu gösteriyor.
Pusula Swiss: Daha az bilinen ama önemli isimlerden de bahseder misiniz?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Mehmet Şemseddin Ulusoy, Bursa’da Halvetî-Misrî Dergâhı'nın son şeyhi. Şiirlerinde modern toplumun meselelerini tasavvuf perspektifinden değerlendirmiş. Aşçı Dede İbrahim Halil, II. Abdülhamid döneminde hem mutfakta hizmet etmiş hem de hatıratında dönemin reform tartışmalarına yer vermiştir. Bu metinler, sufîlerin dünyadan kopuk olmadığını, aksine yenilikleri takip ettiklerini gösteriyor.

Tâhirü’l-Mevlevî ise tam bir entelektüel. Hem mevlevî hem de eğitimci, şair ve yayıncı. 1912’de yazdığı "Teşebbüs-i Şahsî" romanı, tasavvufun çalışma ve girişimcilik ahlâkıyla nasıl örtüştüğünü gösteriyor. O, “çalışmak da ibadettir” anlayışıyla sûfîlerin üretken bireyler olmasını savunmuş.
Pusula Swiss: Günümüz için bu “sessiz aktörler”in ne gibi bir anlamı olabilir sizce?
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Bu isimler bize çok şey söylüyor. Öncelikle tarihî süreçlerde seküler ve dindar ayrımının bu kadar keskin olmadığını hatırlatıyorlar. Modernleşme, manevî değerlerle çatışmak zorunda değil. Aksine, etik ilkelerle desteklendiğinde daha kalıcı hale geliyor. Ken’ân Rifâʿî gibi bir isim hem Batılı yaşam tarzına açık hem de tasavvufun özüne sadık kalabiliyorsa, bu bizler için çok güçlü bir mesaj. Kamu hizmetinde, eğitimde ya da kültürde çalışan herkes için ilham verici. Sessiz aktörlerin geçmişte söyledikleri, bugün de içimizde yankılanıyor. Bu yüzden onları hatırlamak, sadece tarihî bir borç değil; aynı zamanda toplumsal bilinç ve geleceğe yönelik vizyon açısından da çok değerli.
Pusula Swiss: Çok teşekkür ederiz bu derinlikli ve ufuk açıcı sohbet için.
Dr. Arzu Eylül Yalçınkaya: Ben teşekkür ederim. Bu tür konulara yer vermeniz, geçmişle bugün arasında kurduğumuz bağların güçlenmesine katkı sağlıyor.