Haber Arama
Haber Yada Kategori Arayın...
PUSULA SWISS
1 ŞUBAT 2025
Sanatın ve göçün izinde: Evren Gül ile röportaj
Sanat, insanların duygularını, düşüncelerini ve yaşadıkları dünyayı anlamlandırmalarının en etkili yollarından biridir. Evren Gül, resimlerinde göçün, kimliğin, belleğin ve insan psikolojisinin derinliklerine inmeyi başararak, izleyiciyi farklı coğrafyalara, kültürlere ve içsel yolculuklara davet ediyor.

1978 yılında doğan, sanatsal yolculuğuna Bursa’da başlayan ve bugüne kadar birçok kişisel ve karma sergiye imza atan Gül, uluslararası göç olgusunu sanatında özgün bir şekilde işliyor. Bu röportajda, sanatçının yaratım sürecine dair izlediği yolları, göç temasının sanatındaki yerini ve kişisel bakış açısını daha yakından keşfedeceğiz.

Evren Gül kimdir? Kendinizi bize tanıtır mısınız?

Ben İstanbul’da yaşıyor ve üretiyorum. Kendim hakkında bir şeyler söylemek kolay değil. Yıllardır sanat üretiyorum. Çok sosyal biri değilim. Kendimi tanıma ve geliştirme uğraşları bana cazip gelir. Spor yaparım, meditasyon yaparım, bol bol okur ve yürürüm. Ha! Bir de bir kaç senedir tango dansıyla uğraşıyorum. 

Ressamlık yolunda ilerlerken, sanatla ilk tanışmanız nasıl oldu? Lise yıllarında ressam olma kararını nasıl aldınız?

Benim çocukken böyle baskın bir yeteneğim vardı. Arada ifade ederdim. Ancak lise yıllarında oldukça amaçsız ve sorumsuzdum. Ta ki güzel sanatlar fakülteleri olduğunu öğrenene kadar. Güzel sanatlara hazırlık sürecinde bütün derslerimi verip hızla fakülteye girdim. 

Yüksek lisans çalışmalarınızda "Alberto Giacometti ve Francis Bacon’ın Eserlerinde Mekan Anlayışı" konusunu incelediniz. Bu çalışmanın sizin sanatsal bakış açınıza nasıl bir etkisi oldu?

Aslında tezimi hala yaşıyorum denilebilir. Hala Bacon ya da Giacometti’nin bakış açıları ve bunlarla koşut plastik değerleri hayatta arıyorum, müşehade ediyorum. Bir tanesi mekanla beraber figürü oluşturan, diğeri mekanda figürü öğüten ya da sıkıştıran bir sanatçı. Benim sanatımın mekanla bu kadar direk bir ilişkisi yok, onlar gibi insanı ontoloji üzerinden direk değerlendiren bir yaklaşımımda yok. Ancak onların bana sanatta ısrarın, öz direncin, devamlılığın önemi gibi konularda özellikle öğretici olduklarını söyleyebilirim.

Göç ve göçmen psikolojisi, resimlerinizin temel konularından biri. Bu konuyu sanatsal bir dilde ifade etme süreciniz nasıl şekillendi?

Gerçeğe dair bir şey yapmak istedim. Entellektüel olmayan, şakası olmayan, gerçekten insan hayatı için önemli bir durumu ele almak istedim. İnsanın yerinden- yurdundan olması ve kendini yeniden inşa edip, başka türlü bir koşul içinde tekrar tanımlamak zorunda kalması ilgimi çekti.

Resimlerinizde, göçün insan kimliğindeki ve bellekteki etkilerini nasıl yansıtıyorsunuz? Öne çıkardığınız bazı sembolizm veya imgeler var mı?

Öne çıkardığım özellikle bazı simgeler ya da ısrarlı imgeler yok. Ancak göç veren bölgelerin kültürel kodlarını veri olarak ya da yapıtta bir düzenek olarak kullanıyorum. Mesela minyatürlere, yazılı nüshalara çok gönderme yaptım. Fakat bahsettiğim inşa meselesini yüzeydeki dengeler ile kimlik konusunu ise flashback denilebilecek bazı fotoğraflarla yansıtmaya çalıştım.

Göç veren coğrafyaların kültürel tavırlarını eserlerinizde hissettirmek için nasıl bir yaklaşım benimsiyorsunuz?

Bahsettiğim gibi minyatürler, sayfa kenar süsleri, bazı coğrafyalardan çeşitli fotoğraflar, zaman zaman çocuk resimleri derken bir dil oluştu. Göç olgusu içinde çocuk konusunu görmezden gelemedim.

2010’a kadar olan sanat üretiminiz ve sonrasındaki değişim hakkında neler söylemek istersiniz? Sanatınızda ne tür bir dönüşüm gerçekleşti?

2010 yılında ben, yaklaşık otuz yıldır Almanya’da yaşayan bir Türk sanatçı olan Sabahattin Şen’den özel bir formasyon aldım. Avrupa’daki sanatı adeta o tanıttı bana. Kendisi Türkiye’ye geldikçe, yaklaşık iki sene boyunca istişare ettik ve bu paylaşımlardan kazandığım görgüyle bir sıçrama gerçekleştirdim. Yaptıklarım, kendimce daha fazla uluslararası bir boyut kazandı. 

Avrupa çağdaş sanatıyla tanıştıktan sonra sanatınıza ne gibi yenilikler kattınız? İstanbul’un kaotik yapısının sanatınıza etkisi nasıl oldu?

Ben Avrupa çağdaş sanatıyla karşılaşıncaya kadar aslında sanatın bu kadar yaratıcı, mekana bu kadar müdahil, pedagojisinin bu kadar yüksek ve yaşamsal bir şey olduğunu bilmiyordum. Türkiye’deki sanatın Avrupa’ya göre oldukça sınırlı olduğunu farkettim. Bu sınırlılık, sadece kendi içinde ve sanatın tüketim çevresinde değildi, yaşamdan da kopuktu. Bu yüzden benim sanatımın kazandığı ilk nitelikler daha serbest ve daha cesur ve yaratıcı tavırlar oldu. Üsluplaşma ve motifleşme eğilimlerim ortadan kalktı, bakış açık genişleri, farklı malzemeler girdi işin içine.

İstanbul’un ise kaotikliğinin benim sanatımı direk etkileyip etkilemediğinin, ben farkında değilim. İstanbul benim çalışma konum değil.

Sanatın günlük yaşamdaki yeri ve rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanatçının kişisel mizacı nasıl şekillenir?

Biraz önce, kısmen plastik sanatlar üzerinden, Türkiye’deki sanat anlayışıyla ilgili söylediğim gibi, sanatı hayattan uzak ve erişilmez kılarsanız yaşamın ciddiyeti fazla artar. Aslında kurumların ve büroksinin de. Bu ciddiyet herşeyi bir hayati meseleye dönüştürür. İnsanların özgünlüğü söner, yaşamın neşesi ve yaratıcılığı azalır, renksizleşir. O yüzden sanatın kamuya ulaştırılması çok önemlidir. Bu olmazsa sanatçılarında kişisel mizaçları belli bir çevrede sıkışır. Anlaşılma ve adaptasyon sıkıntısı çekilir.

Göçün değiştirici ve dönüştürücü özelliğini vurguluyorsunuz. Sanatınız bu dönüşüm sürecinde nasıl bir etki yaratmayı hedefliyor?

Ben göç konusuyla ilgili olarak tıpkı İnnaruthu’nun Babel filminde olduğu gibi, dünya üzerinde, farklı coğraflarda, ortak insani özlerimizi yakalamak istedim. Başka bir şey değil. Özel bir ses getirmek, çok büyük sözler söylemek gibi bir amacım olmadı. Bu konuyu yakından bakmaya değer buldum. Beni daha küresel, daha gerçek, daha empatik ve yeryüzüne ait kıldı, diyebilirim. 

İstanbul'daki atölyeniz, sanatınıza nasıl bir atmosfer katıyor? Çalışmalarınızı sürdürürken şehrin dinamizmi nasıl ilham veriyor?

Her sanatçının olduğu gibi benim de bir atölyem var. Yıllar geçtikçe ve mesleğe alıştıkça daha az sevdiğim bir mekan. Ne yalan söyleyeyim, ilk yıllardaki heyecanımı, mekanla ilgili sevincimi çok bulamıyorum Ama hiç sıkılmam atölyemde. Bu duyguyu unutalı inanın yıllar oldu. Atölyenin atmosferi özel bir hava katıyor mudur çalışmalara? sanmıyorum. Çok dış etkenlerden etkilenen bir sanat yapma tarzım yok. Şehrin dinamiği ile ilişkimi  ise gerçekten bilinçli bir boyutta farketmiyorum. Bilinç dışında bir etki oluşuyor olabilir. 

Resimlerinde sıkça işlediğiniz toplumsal temalar, sizce sanatçıya toplumdan gelen bir sorumluluk yüklüyor mu? Sanat, toplumsal değişim için bir araç olabilir mi?

Ben bu tarz zor konularla ilgili kendi deneyimlerim üzerinden konuşabilirim. Şimdi benim gördüğüm sanatçıların toplumsal konularla ilgisinin pek de ısmarlama bir şey olmadığıdır. Hatta ideolojik bir tutum da bana çok samimi gelmiyor. Bu kendi gelir, dönemle gelir, bu dönem çevreyle, dünyayla ilişkiyi içerir. Hatta sanatçı buna dürtülür. Tıpkı Picasso’nun Guernica bombardımanına kayıtsız kalamadığı gibi. Ben kendimde bu şekilde gözlemledim. Ancak bunu söyleyebilirim. Sanatın toplumsal değişimler için ise tek başına, direk etkin olacağını sanmıyorum.

Sanatınızda bireysel bir anlatım mı, yoksa daha evrensel bir mesaj mı öne çıkıyor? Çalışmalarınızı izleyenler nasıl bir duygu veya düşünceyle ayrılmalı?

Bireysel temalardan çok uzaklaştım. Göç, kimlik, sınır bunlar evrensel konular. İzleyenlerle de bu eksende buluşmak, temennim.

Bu Kategoriye Ait haberler
Pusula Swiss 2024. Tüm Hakları Saklıdır